Şu anda apolitik
bir genç olarak bugün politik bir yazı yazacağım. Çok değil bundan 1.5 sene
önce başlamıştı Taksim Gezi Parkı protestoları. 1.5 sene önce hükümetin parkı
yakıp yerine Topçu Kışlası yapmak istemesiyle başlamıştı her şey. Park demeye
de bin şahit ister. Gezi Parkı’nın şimdiki halini bir görseniz. Beton yığını
içinde kalmış bir avuç yeşillik bozuntusu. Yeşili görme açlığımız bu park
içinmiş diyorum her yanından geçişimde, gün geçtikçe daha da acınası bir hale
getiriliyor Beyoğlu Belediyesi tarafından da,o yüzden… Halimize acıyorum. Söyleyecek çok söz var aslında. Bütün bu
direnişin neden ortaya çıktığı, bu apolitik gençliğin neden ayaklandığı ve
bütün olanların nasıl gelişip son bulduğuyla ilgili.
Ben çok basit bir
konuya değinmek istiyorum. Biz bu ülkede yaşamaktan mutlu muyuz? Şu anki hayatım
çocukluğumda hayal etmiş olduğum hayata hiç benzemiyor. Çünkü ben halen özgürlüğüm için acımasız polis
ordusuyla yüz yüze gelmekten çekinmeyecek bir durumdayım.Yaşadığım o anda kendimi tehdit altında
hissederek, canımı tehlikeye attım. İşte bu his, geçmişte yaşamayı hayal etmiş
olduğum bir his değildi. Birçokları için de öyle. O ölen gençlerin de geçmiş
hayallerinde fakirlik içinde yaşadıkları, ya da canları bir şeylere sıkıldığı
için ayaklanmak yoktu belki de. Ölenleri kimse geri getiremez. Ölmeleri de
hiçbir şeyi değiştirmedi sanki. Fazla mı karamsar konuşuyorum? Direnişimiz amaçsızdı. Son buldu. Oysaki yirmi
sene sonra bununla gurur duyacağımı düşünmüştüm. Ama duymuyorum. Bütün ölen
gençlerin boşuna öldüğünü düşünüyorum.
Peki şimdi ne
olacak? Sonuçta biz bir tüketim toplumuyuz. Din ve gelenek toplumuyuz. Eğitime
ihtiyacımız yok. Tek ihtiyacımız olan muhteşem Osmanlı’nın torunu olmaktan
dolayı duyduğumuz gurur. Benim ise tek yaptığım, her gün haberleri izlediğimde,
gazete manşetlerine göz attığımda içime derin bir nefes çekip soluk almaya
çalışmak. Şehrin kaosunda, işimin meşguliyetinde, korna sesleri ve beton yığınının
içinde yaşamaya çalışmak. Sorgulamak. Neden bu şekilde amaçsızca tüketerek
yaşamaya zorlandığımızı sorgulamak. Nasıl bu kadar beyinsiz hale
getirildiğimizi anlamaya çalışmak. Neden bir parka ihtiyacımız var? İşte bu
yüzden, çünkü biz robot değiliz. Yaşam alanlarımın kısıtlanması dışında özel
hayatımda da bu baskıyı hissediyorum. Kendimi ifade etmekte zorlanıyorum. Bir
şey yazmak istesem yargılanmaktan, bir şey çizsem eleştirilmekten, bir söz
söylesem başıma birileri tarafından bir kötülük gelmesinden korkuyorum. Bu
duygu bizim DNA’mıza işlemiş. Geçmişten gelen bir korku bu. Ama gereksiz bir
korku değil. Gerçekten başımıza bir kötülük gelebilir. Tıpkı Ethem’in, Ali
İsmail’in ve nicelerinin başına geldiği gibi. Çünkü düşünmemiz, en önemlisi
düşünceleri ifade etmemiz yasak burada. İşte bu nedenle apolitiğiz. Kendimizi
ifade etme kabiliyetimizi yitirdiğimiz için. Düşünme yetimizi yitirdiğimiz
için. Değişim istediğimizde öldürüldüğümüz için. Değişimin kendisi bizim hiç
istemediğimiz bir şekilde hayatlarımıza sokulduğu için.
Dünya
kavramına en çok anlam katan insanlık ideasının temelinde, insanoğlunun ilk
günü ile birlikte yüzyıllardan beri süregelen iyi ve kötünün savaşımı
kendini çeşitli kulvarlarda ortaya çıkarmaktadır.
Ve her daim
değişimin kaçınılmazlığında yaşanan hayat sürekli ilerlemekte, mevcut imkânlara
yenileri eklenip kişilerin tercihlerine sunulmakta…
Bugün
bulunduğumuz çevrede her alanımıza sirayet etmiş olan bilgisayar vb. teknolojik
ürünler evlerde, bankalarda, avmlerde, karakollarda, devletin stratejik
kurumlarında ve daha birçok alanda vazgeçilmez hale gelmiş, internetin salt bir
çevreyle değil dünya çapında yaygınlık kazanmasıyla mekân kavramı bir anda
ortadan kalkmış ve tüm bu bilgi aktarımı bir tuşa basmaktan ibaret olmuştur.
Lakin
insanlığın hizmetine takdim edilen bu sistem yararının ve zararının
belirlenmesi hususunda kullanıcısının verdiği yöne amennadır.
Bunun
akabinde topluluk halinin nüfuz ettiği her noktada kendine yer bulan politika sanal ortamlarda da işlevselliğini devam ettirmektedir. Tüm hakkaniyetle teknoloji politikayı sevdi. Ancak bu
gelişmelerden kitleler pozitif anlamda yararlandıkları gibi siber terörizm adı
altında organize suç örgütleri, terör örgütleri de bu sistemi yakından takip
ederek hem kazançlarını arttırıp hem de geleneksel suç türlerinin dışında
marjinal suç türleri ortaya çıkardılar.
Globalleşmenin
ve küresel egemenlerin karanlık yüzü olarak adlandırabileceğimiz bu
gerçek toplumsal huzur ve barışı olduğu kadar ulusal güvenliğimizi de ciddi
şekilde tehdit altına sokabilmektedir. Bunlara verilebilecek en bariz örnekler;
içeriğinde ırkçı, bölücü propagandadan bomba yapımına, kişilerin özel hayatını
rencide eden pornografik görüntüden kumar sitelerine, iktidarlara karşı
toplumu, muhalifliği yıldırmadan baskı altına tutmaya kadar daha nice
maksatlarla kullanılır hale gelmiştir.
Siber
terörizmin yanı sıra bilgi çağının karşı konulamaz ivmesinden politika
olgusu da yararlanmakta. İşlerini ve de amaçlarını medyanın (tv,
internet, gazete, dergi...) yanı sıra gençlerin fazla mesai yaptığı sosyal
paylaşım sitelerinden yürütmektedir. Bıçak sırtı konumundaki bu olayın
zararlarının yanında yararlarını görüyor ve tarihe tanıklık ediyoruz. Buna
verilebilecek en güzel örnek: Afganistan’a dair 90 binden fazla gizli
Amerikan belgesini yayınlayarak uluslararası bir depreme yol açan ve aynı
zamanda farklı kesimlere hitap edip insanları düşünmeye iten Wikileaks sitesinin kurucusu ve yayın yönetmeni Julian Assange’dır.
Kendisinin bu sayede hackerlıktan gazeteciliğe de geçtiğini düşünenler de var.
O neden bunları internet aracılığıyla yaptığını ise şöyle açıklamıştır :
“Geleneksel medyanın yayınladığı dosyalar sonucu tazminat ödemek zorunda kalmak
gibi sıkıntılar yaşanabildiğini, internetinse bu konuda avantaj sağlamasıdır.”
İnternetin bir başka avantajı ise ülkemizi de yakından
ilgilendiren, hayli revaçta olup yavaşça da gelenekselleşecek bir yöntem.
Peki, nedir bu yöntem? Genel başkanların siyasi programlarının cep kanalıyla
partililere ve vatandaşlara ulaştırılıyor olmasıdır. Partililer internet
sitelerinde genel başkanların açıklamalarına yer veriyor. Ve bilgi alışverişi
seri halde sürüyor. Bu sayede gelişmeler taze, aracısız bir biçimde algılanıp
bireylerin haber alması sağlanıyor, fikirler anında dimağlarda beliriverip
yayılabiliyor. Bu kitlelerin bir ve bütün olabilmesi için azımsanmaması gereken
bir yeniliktir. Aynı zamanda eylemler, toplantılar, protesto gösterileri,
yürüyüşler içinde halk yığınlarını bir araya getirmede cep kanalıyla ulaşımın
yanı sıra sanal ortamdan e-posta, davet, bilgilendirme yoluyla istekler
gönderilebiliyor.
Bu yöntemlerle insanları kısa sürede bir arada toplamak
konusunda teknolojinin kudretini yakın tarihte hepimiz şaşırarak izledik.
Tunus’tan Mısır’a, Cezayir’den Ürdün’e Arap ülkelerinde halk ayaklanmaları
sürerken eylemcilerin tek haberleşme kaynağının Twitter ve Facebook olduğu
iddiaları da basın tarafından servis ediliyordu.
İsyanlarda da olduğu gibi nitekim
artık savaşlar fareler ve klavye tıkırdatmalarıyla yönetilecektir. Sanal
âlem görevini başarıyla yerine getiriyor. Gerisi insanoğlunun düşünüş biçimine
kalmıştır.
Ondandır ki esas altının çizilmesi gereken nokta
insanoğlunun doğasında var olan savaşımda “siber
politik” şimdiden tahtına kurulmuştur. Bunun nimetlerinden faydalanacak
olan kötü timsallilerden olabildiğince uzak tutulması için kural koyucuların
tavırları önem arz etmektedir tabii ki tarafsız olmak koşuluyla.
AZRA
Kaynak : Özcan, Mehmet.(2001,Ekim). Siber Terörizm Ve Ulusal Güvenliğe Tehdit
Oluşturma Boyutu. Erişim
Tarihi:15.12.2014, http://www.bayar.edu.tr/bilisim/dokuman/siberteror.pdf
Ders çıkarılmalı yaşanmışlıklardan. Yaşanılan
onca üzüntülerden, acılardan, kaybedilmişliklerden ders çıkarmalı insanoğlu. Göz
yaşıyla ıslanan kirpiklerin değeri bilinmeli. Onları kimin için, ne için
ıslattığını sorgulamalı kendisiyle baş
başa kaldığında. Yaşanılanları düşünüp gerçeklerle yüzleşmeli ve kilitli olan
kapının anahtarını bulmasına yol açan soruyu yöneltmeli kendisine. Tek bir soru. Olay ne ise ve yahut kim ise bu göz yaşının esiri olmana sebebiyet veren
üzülmeye "DEĞER Mİ" ? Bu soru sorulduğu andan itibaren açılan kapıdan
içeriye usulca yönelerek kısa bir gezinti yapar insan miş'li geçmiş zamanından
oluşan anılarının bahçesinde. Sorgulamalar başlar. Neden, niçin soruları beyninin
içini kemirirken acaba ile başlayıp keşke ile devam eden milyonlarca söz öbekleri
kovalar peşinden insanoğlunun o bahçede. Yüzleşilir. Diken dolu bahçede yürürken
her adım biraz daha kanatır kalbini, ruhunu, bedenini. Bir an evvel çıkmak ve bir
daha geri dönmemek
ister. Nafile... Tıkılıp kalmıştır sadece kendini misafir ettiği uçsuz bucaksız
bahçede. Boğulur. Canı yanar. Haykırmak ister sesini duyuramaz. Çaresizliğine
ağlar ama an gelir sualler, sorgulamalar, yüzleşmeler son bulur işte o vakit
belki de daha önce hiç tatmadığı bir duygu yeşerir kalbinde. Hiç olmadığı kadar
hafif hisseder kendisini. Bahçenin sonuna gelmiştir. Girişi gibi olmaz çıkışı
kapıdan. Alır eline anahtarı son kez bakar miş'li zamanlarına ve kapatır o
heybetli kapısını bir daha hiç açmamak üzere. İşte yeni bir 'sen' böyle doğar önce.
Eskişehir hakkında sevdiğim birçok şey var. Hayatımın en
güzel dönemi burada yaşadığım zamana denk geliyor. Son 2 yıldır ise ‘’Cafe de
Kedi’’ bu listenin başında bulunuyor.
Cafe de Kedi, ilk kez
1998 yılında Tayvan’da açılan kedi konseptli kafelerin Türkiye’deki ilk ve tek
örneği. İçinde, kedi, kitap ve huzur olmak üzere hayatta sevdiğim her şeyi
barındıran bu kafenin Eskişehir’de gitmekten en çok hoşlandığım yer olması
şaşırtıcı değil.
Bu tarz kafelerin çıkış noktası, hayvan beslemenin yasak olduğu
apartmanlar ve yaşam tarzı nedeniyle hayvan beslemenin sorumluluğunu yerine
getiremeyen insanlara bu keyfi yaşama imkanı sağlamak olmuş. İnsanların da o
kadar hoşuna gitmiş olacak ki, kısa sürede farklı ülkelere de yayılmış. Şu an
yalnızca Tokyo’da 39, dünya çapında ise 100’e yakın kedili kafe bulunuyor. Cafe
de Kedi de 2012 yılında açılarak bu listeye girmiş.
Cafe de Kedi’deki kedilerin çoğu, sokaktan kurtarılmış ve
tedavileri yapılmış kediler. Kafeye gelenlerin aşırı sevgisine maruz
kalmalarından olsa gerek, kediler artık kendilerini seven insanları pek
umursamıyorlar. Yani kedi sevmeseniz de bu güzel kafeye gidebilirsiniz. Kafede yalnızca
kediler de bulunmuyor. İsteyenler kitap kiralayabiliyor, geliri sokak
hayvanlarının tedavisinde kullanılmak üzere satılan eşyalardan satın
alabiliyor. Vegan ve vejetaryenlere uygun bir menüsü de bulunan kafedeki
ücretler de Eskişehir’deki öğrenci nüfusuna uygun ve ucuz. Kafede çoğu zaman mozaik pasta ve çay ve buna benzer ikilileri 5 lira gibi bir ücret karşılığında deneyebilirsiniz. Her gördüğü yemeğin tadını merak eden kediler konusunda endişe etmenize de gerek yok. Çünkü yemek yemek için kafede ayrı bir bölüm de bulunuyor. Yalnızca tavla için aynı şeyi söyleyemeyeceğim çünkü her birinin rahat yatakları da olsa tavla üzerinde uyumayı ve oyunu bölmeyi çok seviyorlar. Bu yüzden aşağıdaki manzarayla karşılaşmanız mümkün.
Ev içerisinde hayvan besleme düşüncesinin pek hoş
karşılanmadığı, apartman dışında beslenilen sokak hayvanına bile ‘’alışır’’
diye tahammülün olmadığı Türkiye gibi bir ülkede böyle bir kafenin bana göre
hazine olarak görülmesi gerekir.
Paris ve Vilnius’daki kedi kafelere de gitmiş biri olarak
söyleyebilirim ki aralarında en iyisi Cafe de Kedi. O yüzden, kışın iyice kendini hissettirmeye
başladığı Aralık ayında, bence tek de olsanız bu kafeye gidin ve kucağınızda
mırlayan bir kedi eşliğinde ''kedici çay''ınızı yudumlayıp kitabınızı okuyun. Pişman olmayacaksınız.
Bazı mutluluklar vardır;
etkisinden uzun süre çıkamadığın, zihninde oluşturduğun sıkıntıları
bertaraf etmene yardımcı olan, büyüleyici mutluluklar... Sanki o an dünyanın en
güzel zamanını yaşıyormuşsun hissine sebep olurlar. Aklına geldikçe yüzünde
anlamlandıramadığın, dizginlenemeyen tebessüme yol açan mutluluklardır onlar.
Kış zamanlarıydı. Evdeydim. Farklı
bir şeyler yapmak istiyordum. Dışarı çıkıp daha önce hiç gitmediğim yerlere
gitmek ya da hiç denemediğim tatların tadına bakmak veya aklımdan
çıkmayacak olan bir etkinliğe gitmek... Bazen tek başına olduğun zaman daha
fazla keyif alırsın her şeyden. Kendinle vakit geçirmek sana daha iyi gelir,
bazı anlar kendine kısa zamanlı bir duvar örersin, kimse tarafından yıkılmasına
izin vermediğin, vermek istemediğin... Çünkü sen kendine inşa ettiğin o
bölgende mutlusundur, o an bu mutluluğa kendinden başka herkes engel olacakmış
gibi hissedersin, kimseyi istemezsin yanında. İşte böyle bir andaydım o gün.
Ne yapsam diye düşünürken gözüme daha önce internette gezinirken gördüğüm ve
gidilecekler listesine eklediğim bir etkinlik çarptı. 'Karanlıkta Diyalog'. Gitsem mi diye çok fazla düşünmeden hazırlanıp çıktım evden. Etkinlik Gayrettepe Metro İstasyonu'nda yer alıyordu.
Vaktinden önce varmıştım, biletimi aldım ve zamanın dolmasını beklemeye
başladım. Bazen gruplar halinde bazen teker teker içeri alıyorlardı, sıra bana
geldiğinde hafif karanlık bir alandan zifiri karanlığa doğru ilerlemeye
başladım. O an görme engelli olan rehberim beni yönlendirerek yönümü bulmama,
cisimleri dokunarak tanımama görme haricindeki duyu organlarımı kullanarak
etrafımda olan biten olayları tahmin etmeme yardımcı oluyordu. Birkaç bölümden
oluşan alanlarda yeri geliyor Beyoğlu'nda tramvayda yolculuk ediyordum, yeri
geliyor kuş cıvıltılarının olduğu bir parkta huzur buluyordum yeri geliyor
manavdan meyve ve sebzelere dokunarak ne olduğunu anlamaya çalışıp alışverişimi
yapıyordum. Dikkatli adımlarla peyderpey ilerleyerek nerde olduğumu önümde
basamak olup olmadığını ne tarafa dönmem gerektiğini ve karşıma neyin
çıktığını rehberimin de yönlendirmeleriyle anlamaya çalışıyordum.Yaklaşık bir
buçuk saat sürdü bu eşsiz deneyim. Bir buçuk saat boyunca dünyam karanlıktı. Süre boyunca soramadığım aklıma
takılan yığınla soru vardı.Orda bulunan görevliye bana eşlik eden rehberle
konuşmak istediğimi, müsait olup olmadığını sordum. Şansıma müsaitmiş. Bulunan
koltuklardan birinde karşılıklı oturarak sohbet etmeye başladık. Yaşadığı
psikolojik süreci, görme yetisini ne zaman hangi koşullarda kaybettiğini,
insanların kendisine bilinçli davranıp davranmadığını, hayatına nasıl devam
ettiğini ve beklentilerinin olup olmadığını sordum. 27 yaşındaymış. 10 yaşında
göz tansiyonuna yakalanmış. Geç kalınanan bir tedavi yüzünden kalıcı olarak
görme yetisini kaybetmiş. En büyük destekçisi ailesiymiş, eve kapanıp yaşadığı
durumu düşünerek depresyona girmek istememiş. Bu yüzden sürekli sosyal aktivitelerde
bulunmuş bu da içinde bulunduğu durumu hızlı bir şekilde atlatmasına yol açmış. Şimdi Goalball (görme yetilerini kaybeden savaş gazilerinin rehabilitasyonuna yardımcı olmak amacıyla icat edilmiş bir oyun)spor dalıyla uğraşıyormuş, milli sporcuymuş aynı zamanda. Bununla da kalmamış,
Anadolu Üniversitesi Edebiyat Bölümünü dereceyle bitirmiş. İnsanların kendisine
karşı tavırlarını sordum. Duyarlı
insanların var olduğunu ama bilinçsiz insanların çok fazla olduğunu söyledi.
Bir yerin tarifini almak için o yeri sorduğunda bazı insanlar özellikle seyyar
satıcılar ''Düz yürü sonra sola dön, karşında göreceksin.'' diyorlarmış. ''Ben görmüyorum
hangi yoldan sola döneceğimi nerden bilebilirim...'' Keyif aldığım nadir sohbetlerdendi. Zamanın
nasıl ilerlediğini fark etmeden bir buçuk saate yakın sohbet etmiştik. Güzel
sohbeti için teşekkür edip yaşadığım zamanı düşünerek evin yolunu tuttum. Yaşadıklarım
aklımdan çıkmıyordu. Unutamayacağım, aklıma kazınan ve etkisinden kolay kolay çıkamayacağım bir deneyim yaşamıştım. Mutluydum. Çok mutluydum... Yaptığımız seçimler hayatımızın geri
kalanına yön verir çoğu zaman, kendimizi yansıtır. Bu yüzdendir seçimlerimizin bu
kadar önemli olması. Her zaman mutlu olamazsın ama mutsuz olmamayı seçmek kendi
elindedir. O da mutsuzluğu seçmek istememiş. Hayata karşı dik durarak, içinde
bulunduğu durumu kabullenip yoluna devam etmiş. Her tökezlediğinde doğrulup
daha güçlü bir şekilde hayata sarılmış. Karamsarlığı lügatından çıkararak
hayatı imkanları dahilinde doyasıya yaşamak istemiş… Sizin de yolunuza çıkan engebelere aldanmayıp kararlı ve emin adımlarla hayata sarılmanız dileğiyle...
Yazıma başlamadan
önce değinmek istediğim bazı noktalar var. Öncelikle liseden bu yana beraber
vakit geçirmekten hiçbir zaman usanmayacağım, muhteşem arkadaş grubumla beraber
bu blogu hazırlamaya başladığım için çok mutlu olduğumu söylemek istiyorum.
Blog yazmak fikri ilk olarak Gamze, Bengü, Nihan ve Azra’nın aklına geldiğinden,
blogumuzun ismini fourforone koymaya karar vermişler. Ama biz aslında liseden beri ayrılmaz yedi kişiyiz. Her birimizin ilgi alanları, kişilikleri, tavırları ve tarzları farklı
ama ben bu çeşitliliğin blogumuzu geliştireceğine ve geniş bir kitleye yayılmasına
katkıda bulunacağına inanıyorum. Henüz hepimiz çok yeniyiz,fark ettiğim kadarıyla sekiz yıllık
arkadaşlığımız süresince her birimiz kendini çok geliştirdi ve okuduğu
bölümlerde/ kendi ilgi alanlarında uzmanlaşmaya başladı. Artık lisedeki gibi
değiliz, hepimiz büyüdük… Bu nedenle hepimizin blogda değineceği konuların
içeriği konusunda oldukça heyecanlı olduğumu söyleyebilirim. Ama en çok merak
ettiğim konu, yaratacağımız yazım tarzları ve konuların çeşitliliği. Hepimizden
çıkacak ürünleri her hafta heyecanla okuduğumda her bir arkadaşımı ve kendimi
keşfediyor olacağım. Sekiz yıllık arkadaşlığımızda her biri hakkında bilmediğim
yeni şeyler öğreniyor olacak, diğer bir deyişle kendi en yakın doslarımın
takipçisi olacağım.
Meditasyon,
Blog'daki ilk yazımı yazıyorum. İlk yazımın konusunun meditasyon olması gerektiğine karar
verdim. Bu konunun benim için ayrı bir önemi var çünkü hayatımda ilk defa
meditasyon yapmaya başladığım şu günlerde kendimle ilgili önemli şeylerin
farkına vardım. Bunlardan en önemlisi vücudumun gücü ve potansiyeli.
Eminim ki bu
yazıyı şu anda okuyan bir çok kişi meditasyon yapmakla ilgili ya bir yazı okumuştur
ya da bu konuyla ilgili birilerinden bir şeyler duymuştur.Ben de geçen aylarda Hindistan’a yaptığım
yolculuk öncesinde bu konuyla ilgili bir çok yazı okuduğumu ve sosyal medyada
veya arkadaş çevremde bu konunun konuşulduğunu hatırlıyorum ancak o zamanlar
konuya bu kadar ilgili değildim. Ta ki Hindistan’a gidene kadar. Hindistan
gezimin ayrıntılarını önümüzdeki günlerde başka bir blog yazısında yazacağım
ancak şimdilik sadece meditasyon yapmak konusunda aldığım ilham hakkında yazmak
istiyorum.
Hindistan’a ilk gitmeye
karar verdiğim gün Pazartesi’ydi ve işe gitmeden bir önceki gün İz TV’deGanj Nehri’ne giren Türkleri görüp ”Hayatta
gitmem ben Hindistan’a!” dediğimi hatırlıyorum. Büyük konuşmamak gerek bu
hayatta, ne zaman büyük konuşsam evren beni zorla o işi yapmaya zorluyor, asla
yapmam dediğim şeylerin bir şekilde karşıma çıkmasını sağlıyor… Bütün bu
mucizevi ( bana göre öyle) olayların sonunda iş arkadaşım Eda’yla bavulumuzu
toplayıp Hindistan’a vardık. Bu muhteşem ve gizemli ülkeye ilk defa gidecek
olanların fark edeceği ilk şey, Hintlilerin muhteşem bir biçimde huzurlu ve
sabırlı insanlar olduğudur. Benim bu ülkeye gittiğimde ilk hissettiğim duygu
tam olarak buydu. Herkes sanki, bu kaotik dünyada yaşamıyormuşçasına (
Hindistan’ın trafiği ve kalabalığını düşündüğümüzde oldukça çılgınca bir ülke
olduğunu söyleyebilirim) dingin ve sakindi. Gezinin ilerleyen günlerinde
yaşadığım deneyimler de bu hissiyatımın doğruluğunu kanıtlayacaktı…Beraber
geziye çıktığım Türk arkadaşım dışında gezi sırasında tanıştığım herkes Hintliydi
ve her birinin ortak noktası günde ve ya haftada en az bir kez meditasyon
yapmalarıydı. Bu şekilde söyleyince aslında bize çok tanıdık gelen bir olguyla
karşı karşı geliyoruz değil mi? Aklınızda canlandığını hissediyorum… Namaz
kılmak. Ancak Hindistan’da yaşayan insanların yaptığı meditasyon şekli tam
olarak namaz kılmak gibi bir yöntem değil. Bildiğiniz gibi, Hindistan bir çok
dinin ve kültürün harman olduğu çok çeşitli etnik ırkları içinde barından büyük
bir ülke. Ancak öğrendiğim kadarıyla burada yaşayan insanların hepsi aynı
biçimde meditasyon yapmakta ve bunu bir ibadet amacıyla yapmıyorlar, yani
meditasyon yapmak dinsel bir olgu değil, bir yaşam biçimi, bir alışkanlık. Bu
nedenle benim namaz kılmakla özdeşleştiremediğim farklı bir olgu. Neyse
konumuza dönelim… Orada farklı farklı ailelerin içine girerken ve farklı
insanlarla tanışırken tabii ki herkesin meditasyon yaptığını öğrenince bu konu
hakkında merakım giderek artmaya başladı ve orada olduğum süre boyunca
meditasyon yaparak yaşayan kişilere, bunu nasıl uyguladıklarını, ne işe
yaradığını, nasıl başladıklarını sormaya başladım. Öğrendiğim kadarıyla, hinduizim,
budizim, sihizim ve diğer bir çok dinde meditasyonun farklı tekniklerle
uygulanıyormuş. Bu tekniklerin sayısı saymakla bitmiyor. Ama temel olarak
meditasyonun amacı kişinin nefesine, vücuduna ve beynine odaklanması.
Konuştuğum herkes öncelikle kişinin kısa aralıklarla meditasyonu uygulması
gerektiğini söyledi. Mesela meditasyona ilk başlayan bir kişinin 15-20 dk
boyunca aralıksız olarak odaklanması gerekiyor ve bu süreler haftalar geçtikçe
arttırılıyor. Bir çok kişi ilk olarak haftada 20 dakika ile başlanması
gerektiğini ve bunun yarım saat kırkbeş dakikaya çıkarılarak arttırılması
gerektiğini ve sonunda hafta bir ya da iki kez bir saate çıkarılması gerektiği
görüşündeydi. Ama bu teknikler kişiden kişiye değişiyor. Meditasyonu her gün kısa aralıklarla birden
çok kez uygulayanlar da var. Yani temel olarak kişiye kalmış bir şey. Benim
uyguladığım en basit teknik ise, düşünmeme tekniği. İhtiyacım olan tek şey bir
sandalye ( sırtın dik durması gerekiyor ki beden sürekli olarak alarmda olsun)
ve sessiz bir ortam. Bir sandalyede oturarak tamamen dik durulması gereken bu
teknikte yapılması gereken gözlerin kapatılması ve hiçbir şey düşünmemeye
odaklanılması. Bunu yaparken ilk deneyimleyeceğiniz şey düşüncelerin belli bir
süre sonra belirmeye ve beyninizi meşgul etmeye başlaması, sizi bulunduğunuz
ortamdan ve ruhsal durumdan çekip götürmesi. Buna engel olmak için o düşüncenin
akıp gitmesine izin verin. Düşüncelerin bir bulut gibi gitmesine izin verdikçe
yerine yeni düşünceler gelmeye başlayacaktır. Örneğin yapmanız gereken bir
ödev, ya da çalışmanız gereken bir sınav gibi. O fikrin de geçip gitmesine izin
verin. Beyninizin bir gökyüzü olduğunu düşünün, ve düşüncelerin ise bulutlar
olduğunu. Siz gökyüzüyken sizi başka diyarlara götürecek hiçbir buluta izin
vermemeniz gerekir değil mi? Kısacası sabit durmanız ve bulutların geçişini
izlemeniz gerekir. Benim meditasyon yapma uygulamam bu şekilde. Açıkçasını
söylemek gerekirse meditasyon yapmak oldukça yorucu ve zor bir uygulama. Ama
yine de meditasyonun size sunacağı dünyayı görmeye değer bence : )
Türk müziği, Türklerin Orta Asya'dan
beri geliştirdikleri, bugünkü özellikleri Selçuklu ve Osmanlı döneminde
belirginleşen klasik Batı müziğinden de etkilenen müzik olarak
tanımlanmaktadır. Türklerin İslamiyet’i kabullerinden çok önce gerek baksı
gerek dini törenleri yöneten kam ya da şamanın icra ettikleri müzik, Türk
müziğinin temelleri olarak kabul edilmektedir.
Türk musikisi, özellikle Osmanlı döneminde
halk ve üst kültür çevrelerinde birbiriyle ilişkili fakat karakterleri farklı
iki ana dal olarak gelişmiştir. Osmanlı'nın son dönemindeki modernleşme
hareketleriyle batı etkisi görülmeye başlanmış, bu etki Cumhuriyet
Dönemi’nde daha da artmıştır. Türk halk müziği ve klasik Türk müziği arasında
çok önemli bir bağ vardır. Nitekim halk müziğinin formlarından türkülerin pek
çoğunda klasik musiki makamları kullanılmıştır.
Cumhuriyet Dönemi'nde birçok alanda olduğu gibi elbette müzikte de devrim yapılmıştır. Cumhuriyet kurulur kurulmaz, 1924 yılında halk müziği derlemelerine başlanmıştır. Örneğin; İstanbul Konservatuarı'nın 1924'teki halk müziği derleme anketinden sonra Atatürk, MEB Hars Müdürlüğündeki Seyfettin-Sezai (Asaf) kardeşleri ''Batı Nağmeleri'' adı altında 1925 yılında yayımladı. İstanbul Konservatuarı 1926-1929 yılları arasında devlet ödeneğiyle Anadolu'ya dört derleme gezisi daha düzenledi; bu gezilerde derlenen ezgiler ''Halk Türküleri'' adı altında 15 defter halinde yayımlandı. 1929'daki dördüncü gezi sırasında bazı halk oyunlarımız filme de alındı. Bununla beraber, İstanbul Konservatuarı tarafından devlet ödeneği almaksızın Halkbilgisi Derneği uzmanlarının iştirakiyle 1932 yılında beşinci bir derleme gezisi daha düzenlendi.
Opera ve bale temsillerini gerçekleştirmek amacı ile 1940 yılında Ankara Devlet Konservatuarı'na bağlı bir tatbikat sahnesi çalışmalarına başladı. Yetenekli gençlerin seçimi ile de eğitime geçildi. İzleyen yıllarda Ahmet Adnan Saygun'un Kerem, Nevit Kodallı'nın Van Gogh ve Gılgamış, Sabahattin Kalander'in Nasrettin Hoca, Ferit Tüzün'in Çeşmebaşı eserleri sergilendi. Ankara'dan sonra İstanbul ve İzmir'de kurulan devlet konservatuarları da eğitime başladı. 1940 yılından bu yana genç yetenekler için uygun bir ortamın doğuşu yurt dışında da ün ve ilgi derleyen yorumcuların yetişip gelişmesini sağladı. Soprano Leyla Gencer, bariton Orhan Günek bu hareketin öncüleri oldular. Onları bas yorumcusu olarak Ayhan Baran, soprano Ferhat Onat ve soprano Suna Korat izlediler. Enstruman yorumcusu olarak piyanist Ergican Saydam, kemancı Ayla Erduran, Suna Kan, piyanist Ayşegül Sarıca, İdil Biret, Hülya Saydam ve Verda Arman yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da büyük iligi gördüler. 20. yılın ortalarından günümüze kadar gelen bu dönem ''çağdaş dönem'' dir.
Bu değişim çizgilerinde
Türk musikisinin tarihsel gelişimini incelersek birçok ilerici yeniliğin
yanında getirilen kısıtlamaların da göz ardı edilmemesi gerekliliği ortadadır. Türk Musikisinde Yasaklı Yıllar
Türk müziğinin gelişimsel evrelerini
tarihsel süreç açısından inceledik. Lakin bu aşamaya gelinirken yaşanan türlü
sıkıntıların olduğu da kaynaklarıyla ortadadır. Bu noktada, Alaturka musikisi
yasağı dikkat çekmektedir. Bu yasak; yakın tarihte medya aracılığıyla gündeme
getirilmiş, beraberinde türlü entelektüel tartışmaların yaşanmasına, haksız
eleştirilerin ortaya atılmasına ve bu hususta bilgi kirliliğine yol açmıştır.
Toplumumuzun musiki yasağı hakkında
dikkatini çekip fikir yürütebilmesinde Nebil Özgentürk'ün genel
yönetmenliğinde hazırlanan “Türkiye’nin Hatıra Defteri” adlı belgesel oldukça
önem teşkil etmektedir. Cumhuriyet’in ilanından bugüne kadar ülkede yaşanan askeri
müdahaleler, çok partili yıllar ile siyasal ve günlük yaşamdaki önemli
dönemeçler bu yapıtta konu edilmiştir.
Belgeselin içindeki Sinan Çetin’in
yazdığı ve yönettiği “Mutlu Ol Bu Bir Emirdir” adlı beş dakikalık kısa film de
yasakla ilgili kaynak olarak gösterilmektedir. Kısa filmin ana teması;
“İnsanların müziğine, kültürüne, yaşam tarzına yasaklar koyan siyasi otorite,
hayatın karşısında daima tuhaf duruma düşmüştür.” sözleriyle özetlenebilir.
Filmdeki olayların işleniş şekli ise şöyledir: Anadolu’nun bir köy evinde “Gesi
Bağları” adlı türküyü sazla çalıp söyleyen bir aile kendine münhasır bir
şekilde eğlenmektedir. Ardından jandarma mensupları silahlarıyla donanmış bir
vaziyette içeri girerler. “Köylü gibi niye türkü söylüyorsunuz? Mutlu olun, bu
bir emirdir!” mahiyetinde söylevlerini dikta etmeye çalışıp “Sizler Batı
müziklerini artık dinleyeceksiniz” derler. Ve saz çalan kişi bu sefer Mozart’ın
40. senfonisi çalıp Beethoven’ın müziğine de “Kalenin Bedenleri” türküsünü
uyarlayınca emir-komuta zincirindeki jandarma mensupları; “Bu bizim neden
hoşumuza gidiyor? Bu garp mı acaba, nasıl olur?” deyip onlar da ortama ayak
uydururlar.
http://youtu.be/Qbbp8ac8ROQ
Bu film salt hissettirdikleri ve anlatmak
istediği konu mahiyetinde düşünüldüğünde kaçınılmazdır ki duygusal bir düşünüşü
hâkim kılmıştır. Fakat izleyici kitlenin olayın perde arkasını göz ardı edip yorumlarında yanlış mecralara doğru ilerlemelerine sebebiyet verebilmesi kuvvetle muhtemel. Var olan tartışmalar çerçevesinde yasağın
yaşandığı 1934 senesi göz önünde bulundurulduğunda dönemin Cumhurbaşkanı Kemal
Atatürk, Başbakanı ise İsmet İnönü’dür. Bu gerçekten yola çıkarak kitleler,
düşünmeden hareket ettiğinde belirgin bir çarpıklık gün yüzüne çıkıyor. Ve
Atatürk’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği ile hareket eden çevreler bu çarpıklığı
kendi lehlerine yalan yanlış bir üslupla çevirip, adeta maşa gibi kullanabiliyorlar.
Olayın tarihi süreci ise şöyle cereyan
etmektedir:Yasak, 1934 yılında Atatürk’ün meclis açılış
konuşmasında, musikiden bahsetmesinden hemen sonra gelir. Sekiz ay devam eder
ve bu müddet zarfında radyolarda alaturkanın icrası yasaklanır. Ancak bu yasak
resmî şekilde değil, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın sözlü talimatıyla koyulmuş
ve daha sonra bizzat Atatürk’ün emriyle kaldırılmıştır.
Bunun yanı sıra kendi tekellerinde televizyon
programı hazırlayan ve gazete çıkaran sözde aydınlar, bahsi geçen sekiz aylık
yasaktan ziyade farklı bir yasağın uygulandığını da ileri sürmektedirler. Bunun
da 1926’da başlayıp 50 yıl sürerek Süleyman Demirel’in meşhur “Milliyetçi Cephe
Hükümeti”nin İstanbul’da 1976’da bir Türk Müziği Konservatuarı açmasına kadar
titizlikle uygulanan ilk alaturka musikisi yasağı olduğunu iddia etmektedirler.
Halbuki işin özü şöyledir: “Alaturka
müziğin 1926’da yasaklanması diye bir şey söz konusu değildir, yasak 1935’te
gelmiştir. 1926’da alınan ve 1976’ya kadar uygulanan karar ise, okullarda Türk
musikisi öğretiminin müfredattan çıkarılmasıdır. Eğitimdeki bu değişiklik, o
zamanın gazetelerinde “Alaturka musikiye elvedâ; resmî müesseselerde alaturka
musiki ilga edildi; artık bu musikiden tarih derslerinde bahsolunacaktır.”
şeklinde yer almıştır.
Yanlış, eksik ve de popülist yaklaşım
sergileyenler yazılarında kaynaklarını da belirtmiyorlar. Aslında, geleneksel
Türk müziği eğitimi; 1926’daki müfredat değişikliğinden sonra ilk kez 1943’de
Hüseyin Saadettin Arel’in İstanbul Belediye Konservatuarı’nın başına geçmesiyle
yeniden başlamıştır. Mevzu edilen uygulamanın değiştirilmesi CHP iktidarında
gerçekleşmiştir. Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin yaptığı ise, bu eğitimi diğer
öğretim müfredatlarına da eklemiş olmasıdır. Sonuç olarak, Alaturka(Türk
müziği) yasağı, belirtildiği gibi Atatürk’ün 1934 Kasım’ında yaptığı meclis
açılış konuşmasından sonra, 1935 Ocak’ında koyulmuş ve sadece sekiz ay devam
etmiştir.
Sonuç
Tarihte de Türk ulusçuluğunun güç kazandığı
dönemde başta Ziya Gökalp olmak üzere bazı aydınlar klasik Türk müziğinin
kökenini sorgulamaya başladı: “Avrupa musikisi girmeden evvel, memleketimizde
iki musiki vardı; birisi Farabi tarafından alınan Şark musikisi, diğeri eski
Türk musikisinin devamı olan halk türkülerinden ibaretti. Bugün şu üç musikinin
karşısındayız: Şark musikisi, garp musikisi, halk musikisi. Acaba bunlardan
hangisi bizim için millidir? Şark musikisinin hem hasta hem de gayr-ı milli
olduğunu gördük. Halk musikisi harsımızın, garp musikisi de yeni
medeniyetimizin musikileri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O
halde milli musikimiz, memleketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin
imtizacından doğacaktır. Halk musikimiz birçok melodiler vermiştir. Bunları
toplar ve garp musikisi usulünce armonize edersek hem milli hem de Avrupai bir
musikiye malik oluruz.”
Bu görüş, Atatürk’ün de içinde olduğu çevrelerde hayli etkili oldu.Lakin yapıtlardan alınan konuyla
ilişkili kısımlardan anlıyoruz ki, devrimi yapan ekip bile bu konudaki
hatalarını anlayarak işi zamana bırakmışlardır. Ama bunu salt Atatürk’ün
uygulattığı yasak olarak lanse etmek eşyanın doğasına aykırı bir haldir. Mustafa Kemal’in 1931 senesinde söylediği ''Tarih yazmak, tarih yapmak kadar
mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak
bir mahiyet alır.'' sözüyle de durumun vahameti ortadır. Tarih bilminin başat ilkelerinden
olan dönemin doğal durumunu anlamadan günümüz koşullarıyla olayları
yorumlamanın doğru bir yaklaşım olmadığı apaçıktır.Toplum hayatı
içinde hiç sayılabilecek bu kısa sürenin, gelecek bütün müzik hayatımızı
etkilediği şeklinde bir yorum yapılıyor ki, toplumların kültürlerini
değiştirmede 300 yıl bile yeterli gelmezken, bu kadar kısa bir sürenin müzik
hayatımızı aşırı düzeyde etkilediğini düşünmek, sonuç çıkarımı açısından işin
kolaycılığına ve dar görüşlülüğüne kaçmaktan başka bir şey değildir.Bu tarz düşünce ve sonuç
çıkarımları gazetecilerimizin düştüğü en büyük popülist yanılsamalardır. Çünkü
bu yazılar, günlük yazılardır ve gazeteci açısından günü kurtarmaya yöneliktir.
Tarih ve toplum bilinçlendirilmesi söz konusu olduğunda bu yazarların daha
dikkatli davranmaları gerekmektedir.
Tüm
yansımalarıyla alaturka musikisi yasağı bu
şekildedir. Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de Prof. Dr.
Şerafettin Turan’ın da belirttiği gibi “Tarih birilerinin istediği gibi, olması
gerekenden bahsetmez. Yaşanmışlıklardan, var olandan bahseder.” Tarihi yazmaya
koyulanlar da, bu düşüncenin doğruluğuna tüm varlığıyla inanmalı objektif
bilginin ışığında bakış açılarını yansıtabilmeliler.
AZRA
KAYNAKÇA
1)Vikipedi. Türk Müziği. Erişim Tarihi: 24 Eylül 2014, http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkm%C3%BCzi%C4%9Fi
Bazı şehirler vardır, ismi çok sık karşımıza çıkmayan, gitmeyi planlamadığımız... Vilnius da benim için öyle bir yerdi. Adını yalnızca bir kez kültür başkenti olarak seçildiği yıl duymuştum. Kendimi bildim bileli yeni yerler keşfetmeyi, gezi planları yapmayı seven biri olduğum için karşıma bu Kuzey Avrupalı'yı ziyaret etme fırsatı çıktığında tabii ki biletimi almam kaçınılmazdı. Daha uçak inişe geçerken, daha önceki Avrupa deneyimlerimden farklı olacağını hissettim. Dikkatimi ilk çeken yeşil alanların çokluğu oldu. Akdeniz'de doğup büyüyen birisi olarak yalnızca fotoğraflarda gördüğüm sarı sonbahar özlemiyle tutuşan ben, uçaktan gördüğüm renk cümbüşü karşısında heyecanlanmıştım. Şehri keşfe başladığımda da hayal kırıklığına uğramadım. Şehre ismini veren Vilna nehrinin kanallarıyla dolu, 500 bin nüfuslu Vilnius'ta ilk durağım Bernardinu mezarlığı oldu. Bernardinu mezarlığı sunduğu muhteşem sonbahar görüntüsüyle beni kendine hayran bıraksa da Türk insanına yurt dışında mezarlık ziyareti fikri tuhaf gelebilir. Ancak burası da Paris'teki Pere Lachaise mezarlığı gibi turistik bir nitelik taşıyor ve rehber kitaplarda yer alıyor. 1997 yılında orada yaşayanlar tarafından ilan edilen Uzupis Cumhuriyeti'nde yer alan bu mezarlığın görülmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyorum.
Uzupis Cumhuriyeti, şehrin ''Old Town'' bölgesinde bulunuyor. Sakinlerinin bir kısmının sanatçı olduğu bu Cumhuriyet, bu özelliğiyle Paris'in Montmartre bölgesine benzetiliyor. Burası da görmeden dönülmemesi gereken bir yer. Şehrin tek sanatçıları burada yaşamıyorlar. Uzupis bölgesi'ne yakın Literatu Caddesi'nde birçok sanatçı eserlerini sergileme imkanı buluyor.
İkliminden olsa gerek, soğukluğuyla bilinen kuzey insanı burada da bu ününü devam ettiriyor. Yine de kentin verdiği huzur insanların soğukluğunu görmezden gelmenizi sağlıyor. Türkiye'de yaşayan insanlar olarak bize, korna sesini 2 haftada yalnızca 3 kere duyduğum bu şehir, fazla sessiz ve sıkıcı gelebilir. Ülkenin toplam nüfusu, Türkiye'nin büyük şehirlerinin nüfusundan biraz fazla. Şehrin sessizliğinde insan sayısının azlığı da etkili. Ve tabii ki havanın soğukluğu. Litvanyalılar kışı ısıtmanın bir yolunun da beslenmeden geçtiğine inanıyorlar. O yüzden mutfakları patates ve hamur işi ağırlıklı. Çoğu restoranda menünün bir kısmı yalnızca patates yemeklerine ayrılmış. Türk mutfağında da sıkça kullanılan patatesin bu kadar yaygın olarak tüketilmesinin, diğer Türk ziyaretçileri rahatsız etmeyeceğini düşünüyorum. Kışın yaygın olarak tüketilen başka bir yemek ise daha çok sebze karışımlarından yapılan çorbalar. Kışın sıcak olarak hazırlanan çorbaların bir kısmını yazları da soğuk olarak tüketiyorlar. Bunun en yaygın örneği de kırmızı pancar çorbası. Soğuk çorba fikri çekici gelmeyebilir ancak çok lezzetli bir çorba. Şık bir restoranda ortalama 20 lita'ya karnınızı güzelce doyurabilirsiniz. ocak ayından itibaren diğer Avrupa Birliği üyesi ülkeler gibi euro kullanmaya başlayacak olsalar da hayat Litvanya'da çok ucuz.
Bu da, ülke içerisinde seyahati kolaylaştırıyor. Bu fırsattan istifade ederek gittiğim Trakai kasabası da bana güzel bir deneyim yaşattı. Vilnius'tan 45 dakikalık bir otobüs seyahatiyle ulaşılabilen Trakai, hayatımda gittiğim en huzurlu yerdi diyebilirim.
Trakai gölü çevresinde kurulan bu kasaba, uzun süre kalındığında sessizliğiyle sizi çılgına çevirme potansiyeline sahip olsa da, kısa süreli kalındığında bünyenin ihtiyacı olan huzuru verebilir. Göldeki adacıklardan birinde ise çok orijinal ismiyle '' Trakai Island'' kalesi bulunuyor. Kaleyi ziyaret ederken kendinizi film setinde hissedebilirsiniz. Kale, History Channel için çekilen bir belgeselde de set olarak kullanılmış.
Avrupayı yaz ve kış dışında ara mevsimde hiç görmemiş biri olarak, sonbaharın farklı bir deneyim olduğunu söyleyebilirim.
Yine de hangi mevsimde olursa olsun, gezmek bir yaşam biçimidir. Çünkü her şehrin, her kasabanın insana kattığı yeni bir şeyler oluyor. O yüzden hemen plan yapın ve yola çıkın. Dünyada herkese göre bir yerler var. :)
Yapmaya çalıştığımız şey hangisi
geçmişi tekrar tekrar gözümüzde canlandırırken? Unutmak mı hatırlamamak mı
yoksa tüm sahip olduklarım bunlardı düşüncesi mi? Böyle anlarda tuhaf
hissedebilirsiniz, aslında duygularınızın tam bir tanımlamasını yapmak zordur.
Dünle bugün arasında sıkışmış ve bir
çıkış yolu arıyor gibi hissediyorsunuz diyelim. Belki çok pişmansınız yaşadıklarınızdan
bundandır bu kadar sık düşünüp durmanız... Ya da pişmanlık değil de utanç
duyuyorsunuzdur tüm yaşananlardan. Kurtulmaya çalıştığınız ama bir türlü
sırtınızdan atamadığınız bir yük gibi gelir zamanla. Tüm bu düşünceler arasında
gidip gelmek en çok yaptığınız şeylerden biriyse onlara biraz izin verin.
Düşünmeye vakit ayırın sonra da düşüncelerinizi içinizde tutmaktansa onları açığa
çıkarın. Yazın, çizin, söyleyin hangisini isterseniz. Sadece zihninizden farklı
bir ortama çıkmasına izin verin. Saklamak yorar sizi, kontrolü kaybetmek iyi
gelir bazen. İsterseniz paylaşın başkalarıyla ya da sadece kendinize saklayın. Bir
kağıda yazın satırlar istediğiniz kadar uzasın gitsin veya biriyle konuşuyormuş
gibi aynada konuşun kendi kendinize. Çekinmeyin, bunları yaptığınız için
kendinize çeşitli tanımlamalar yüklemeyin. Suçlamayın ne kendinizi ne de
yaşananları. Sadece rahatlamaya çalışın. Ne yaptığınızın farkına varın. Artık dün
ve bugün arasındaki köprüden geçmenin zamanı. Davranışlarınızı değiştirmenin yolu
düşüncelerinize yön vermekten geçer. Öylece durmak için düşünmek gerekir ama
artık yürümek istiyorsanız düşüncelerinizde bir takım değişiklikler yapma vakti
gelmiş demektir. Korkmayın! Geçmiş hala sizin ve sizin olmaya devam edecek. Belki
size artık acı değil de ‘yaşandı ve bitti’ hissi verir sadece.
Paylaşmak, ideal insan kavramının varoluşunu sürdürmede mihenk taşlarından biri. Yaşamı attığı her adımda sorgulayan, sorguladıkça paylaşmanın önemini daha iyi kavrayan, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayan biz 4 arkadaş, paylaşımlarımızın kalıcılığını sağlamak için bir ekim buluşmasında bu düşüncemizi hayata geçirmeye karar verdik. Öncesinde de hevesli olduğumuzdan, Gamze'nin ortaya attığı fikre tabiri caizse balıklama atladık. Sonrasında aramıza Gonca'nın da katılımıyla yazar kadromuzu tamamladık.
Bu projenin bizim için en güzel yanı, birlikte hareket etmenin verdiği keyifti. Bugüne kadar kişiliğimizi şekillendiren tecrübelerimize, gündelik hayatımıza ve de gündeme dair yazılarımızı paylaştığımız blogumuz umarız bizi heyecanlandırdığı kadar sizi de heyecanlandırır.